Kendimizi ve Birbirimizi Anlamak
İnsan doğasını anlamak ve anlamlandırmak için ortaya atılan çeşitli yaklaşımlar ve fikirlerle, bazı naçizane genellemelere ulaşmaya çalışsak da psikolojinin temel bir yaklaşımı vardır: her insan kendine has ve biriciktir. Kültürel, çevresel ve genetik faktörlerle çeşitlenen insanların bazı ortak alanlarda buluşması kaçınılmaz olsa da bir bireyi oluşturan tüm parçaların sentezinin kendine has olduğunu söylemek mümkün. Sosyal bir etkileşim içinde, birbirinden ayrı duran milyarlarca nokta, uzaktan bakıldığında kendi başına duruyor gibi gözükebilir. Ancak her birine yakından bakıldığında iç dünyalarının ve dışa vurumlarının ne kadar çeşitli olduğunu görmeye başlıyoruz. Sosyal bir etkileşim içerisine girdiğimizde ise yaşantılarımız ve sahip olduğumuz özellikler bizleri birbirimize belli ölçüde yaklaştırıyor.
Peki bizi birbirimizden farklı ve bir o kadar da eşsiz kılan özelliklerimiz bizi birbirimizden tam anlamıyla ayrıştırmak zorunda mı? Yoksa, tıpkı bireyin temsil ettiği sentez gibi, tüm bu çeşitlilik içerisinde bir bütünlük bulmak mümkün mü? Bunun cevabı bakış açısına göre önemli ölçüde değişecektir. Baktığımız açıyı kendimizin seçtiğini göz önünde bulundurursak, zaman zaman farklılıklarımızın bizi ne kadar ayırdığından ziyade dünyamızı ne kadar zenginleştirdiğini fark etmek zor olabiliyor. Günlük hayatımızda iletişim kurarken yaşadığımız çatışmaların temelinde bu yaklaşım önemli bir rol oynuyor olabilir. Biz belki her zaman fark etmiyoruz ama benliğimiz adeta kendine has o imzasını atmak istiyor yaşamına ve içinde karşılaştığı her parçaya. Anlaşılmak istiyoruz, var olmak istiyoruz aslında sadece. Gördüklerimizden çıkardığımız anlamlar, iç dünyamızdan filizleniyor; duyduklarımız benliğimizin süzgecinden geçiyor. Kesişen hayatlarımız içerisinde yolumuzu arıyoruz hepimiz. Kaçınılmaz olarak karşılaşıyoruz yolda birbirimizle. Bazen aynı şeye bakıyoruz ama gördüklerimiz bambaşka. Bir resmi yorumlamak gibi sanki. Tablo, kanvas ve yağlı boya aslında her şey. Kimi bunu söylüyor, kimi kendini görüyor, kimi ise hayallerini. Hiçbiri yanlış değil, sadece farklı. Bize anlatılanla bizim anladığımız, her zaman aynı olmayabiliyor dolayısıyla.
Herkes aynı şeye baktığında bile bu denli ayrı anlamlar çıkarabiliyorsak, ortak bir noktada buluşmamız nasıl mümkün olacak? Bu soruya verilebilecek çok sayıda cevap içerisinden benim üzerinde durmak istediğim -ve durmayı seçtiğim- “kendimizi ve birbirimizi anlamak”. Anlamak için dinlemek ve gerçekten dinlemek için çaba sarf etmek. Hayatımızda olan bitenlere kendimizi kaptırdığımız sırada, bir adım geriye atıp değer verdiklerimizi dinlemek için vakit ayırabiliyor muyuz? Ya da kendimizi dinlemek için? Anlaşılmaya böylesine ihtiyacımız varken karşımızdakine bu şansı ne kadar tanıyoruz gerçekten?
Sınırsız sayı ve çeşitlilikteki bakış açılarını anlamaya, dinlemeye, idrak etmeye ve hatta dikkate almaya ‘sınırlı’ enerjimizin ve zamanımızın yetmediğini düşünebiliriz. Haksız da sayılmayız. Sadece bunun bizim için ne kadar önemli olduğuna karar vermemiz gerekiyor. Buna karar verebilmek ve dolayısıyla kendimizi biraz daha iyi anlayabilmek için sorabileceğimiz sorulardan bir tanesi: Peki ben başkalarını anlamak istiyor muyum?
Kendimize vereceğimiz samimi cevaplarla, daha sağlıklı ve farkındalıklı iletişim kurabilmemizin de yolunu açabiliriz.
Bir yanıt yazın